top of page

İKLİM DEĞİŞİKLİĞİNİN ARKTİKA'YA ETKİSİ

İklim, karmaşık ve birbiriyle etkileşim içerisinde olan, atmosfer, kara yüzeyi, kar ve buz, okyanuslar ve diğer su kütleleri ile canlı varlıkları ihtiva eden bir sistemdir. Bunların arasında atmosfer iklimi karakterize ederken, çeşitli dış etkenler iklim sistemlerinin iç dinamiklerini etkilemektedir. Bunlar volkanik patlamalar ve güneş ışınımları gibi doğal değişimler ile ormanların yakılması ve fosil yakıtların kullanılması gibi insan kaynaklı değişimlerdir. Dünya’nın ikliminde görülen doğal değişimler, Dünya’nın Güneş çevresindeki yörüngesinde meydana gelen farklılaşmaların bir sonucu olarak düzenli döngüler halinde gerçekleşir.

Milankovitch döngüleri olarak da bilinen bu döngülerden Dünya yörüngesinin çemberden elipse döndüğü 100.000 yıllık olan bir tanesinde, Dünya’nın yıllık sıcaklık aralığının değiştiği değerlendirilmektedir. Dünya’nın eğik olan ekseni, güneş ışınlarının dünya yüzeyine çarpışını değiştirerek tropikal ve kutup bölgelerinin kapladığı alanların değişmesine ve hava dolaşımının etkilenmesine neden olmaktadır. Dünya’nın bu eğikliği yaklaşık 42.000 yıl süren bir döngü sonucu 21,6o’den 24,5o’ye dönüşmektedir. Bir başka döngü ise Dünya ekseninin kaymasıdır. Dünya, yaklaşık olarak her 25.800 yılda başladığı noktaya geri dönecek şekilde kaymakta ve ekseninin uzantısı uzayda farklı noktalarda aynı hizaya gelerek, mevsimlerin zamanlarını değiştirebilmektedir. Dünya’da geçmişten günümüze bu yörünge döngülerinin payı olan birçok buzul çağı yaşanmıştır. Bunda Güneş lekeleri ve plage bölgeleri ile büyük volkanik patlamaların etkisi olduğu da şüphe götürmez. Dünya’nın bu doğal döngüsünde, bugün için Dünya’nın yaklaşık 20.000 yıl önce zirve noktasına ulaştığı tahmin edilen buzul çağının sıcak bir evresini yaşadığı, Arktika’nın ise bundan yaklaşık 4.000 ila 7.000 yıl önce daha sıcak olduğu tahmin edilmektedir. Dünya’nın bu doğal döngüsü ve doğal değişimlerinin dışında atmosfer bileşimini bozan insan faaliyetleri de iklim değişikliğine neden olmaktadır. Küresel iklim değişikliği üzerinde insan etkisinin ilk bilimsel kökeni 19’uncu yüzyılın ilk çeyreğine kadar uzansa da 20’nci yüzyılda yapılan çalışmalar hava durumu gibi iklimin de sürekli değişmekte olduğunu ve bu değişimin insan kaynaklı olduğu düşüncesini hâkim kılmaya başlamıştır. İklim değişikliği ile ilgili olarak insanın doğaya ilk müdahalesi ormanların yok edilmesiyle başlamıştır.

Bunu daha sonra endüstri devrimiyle başlayan ve kömür, petrol ve doğal gaz gibi fosil yakıtların kullanımıyla devam eden karbon salınımının ortaya çıkardığı sera gazlarının etkisi takip etmiştir Sadece 1765-2000 yılları arasında ormanların yakılması ve fosil yakıt kullanımı sonucunda atmosferdeki karbondioksit (CO2) miktarının 590 gigatondan (Gt)781 yaklaşık 780 gigatona yükseldiği tahmin edilmektedir. İnsan faaliyetlerinin küresel ısınma veya soğumaya mı yol açtığı tartışmaları içerisinde, insanoğlunun Dünya’nın iklimi üzerinde belirgin bir etkisi olduğu düşüncesi yerleşmeye başlamıştır783. Burada küresel ısınma veya küresel soğuma, dünyanın küresel ortalama yüzey sıcaklığındaki herhangi bir değişikliğine işaret etmektedir. Ancak küresel ısınmanın çoğu zaman dünyayı eşit şekilde ısıtacağını söylemek yanlış olabilir. Nitekim küresel sıcaklıktaki ortalama bir artış atmosferin dolaşımının değişmesine ve dünyanın bazı bölgelerinin daha fazla ısınmasına, diğer bölgelerinin ise daha az ısınmasına neden olmaktadır. Bu noktada, iklim değişikliğinin ısınma eğiliminden daha fazlasını ifade ettiğini belirtmek gerekir.

Bütün iklim sistemi Güneş’ten gelen gücü ve enerjiyi almaktadır. Ancak Dünya yüzeyine ulaşan Güneş ışınımlarının neredeyse yarıya yakını yeryüzünden geriye yansımaktadır. Bunda kutup bölgelerinin sahip olduğu yüksek “albedo” etkisi önemlidir. Albedo etkisi, deniz buzu yüzeyine çarpan güneş ışığının neredeyse tamamının geriye yansımasını sağlar. Böylelikle deniz yüzeyi ısınmaz ve yüksek albedo etkisi kutup bölgelerini soğuk tutmaya yardımcı olur. Eğer iklim değişikliği, kutup bölgelerini ısıtır ve deniz buzunu eritirse, kutup bölgeleri güneş ışınımlarını daha az yansıtıcı bir yüzeye sahip olacağından, buzsuz denizlerde daha fazla ısı emilirken, buzullarda da daha fazla erime gerçekleşecektir. Neticede bu döngü atmosferin sirkülasyonunu değiştiren bir etki yaratmaktadır. Bu sirkülasyonu etkileyen bir diğer neden, dünya yüzeyinden geriye yansıyan güneş ışınımlarının bir kısmının atmosferdeki sera gazları nedeniyle tekrar geri dönerek dünyanın olması gerektiğinden daha fazla ısınmasına neden olmasıdır. Günümüzde dünyayı bir örtü şeklinde kaplayan sera gazları sayesinde yeryüzündeki ortalama sıcaklık yaklaşık +15 oC iken, sera gazları olmadığı takdirde yeryüzünün ortalama sıcaklığının -18 oC olacağı hesaplanmaktadır. 18’inci yüzyılın ortalarında başlayan endüstri devrimiyle birlikte atmosferdeki sera gazlarının oranı artarken, bugün için sadece karbondioksit salınımında %40’lık bir artış tespit edilmiştir. Bunun Dünya’daki fosil yakıtlara bağlı enerji tüketiminden kaynaklandığını söylemek yanlış olmayacaktır.

2016 yılında atmosferdeki küresel ortalama karbondioksit yoğunluğu milyonda 402.9 ppm (parts per million-milyon başına parça)  iken, günümüzde karbondioksit seviyeleri en az 800.000 yıl içindeki herhangi bir noktadan çok daha yüksektir. Aslında atmosferdeki karbondioksit miktarının yüksek olduğu üç milyon yıldan daha uzun bir süre önce sıcaklığın, endüstri öncesi dönemden +2 oC ila +3 oC’den daha yüksek ve deniz seviyesinin bugünden 15 ila 25 metreden daha yüksek olduğu düşünülmektedir. Bu durumun doğal iklim değişikliğinin bir sonucu olduğu söylenebilir.


Bugün Dünya’da yüzyıldan uzun bir süredir karada ve denizde ölçülen sıcaklıklar, küresel ortalama yüzey sıcaklığının arttığını göstermektedir. Dünyada kaydedilen en sıcak on yılı ve anomaliyi göstermektedir. 20’nci yüzyılda küresel ortalama sıcaklık +13,9 oC iken, 2019 yılı boyunca küresel kara ve okyanus yüzeylerindeki ortalama sıcaklık, 20’inci yüzyıl ortalamasının +0,95 oC üzerinde gerçekleşmiştir. Bu, 1880-2019 yılları arasında +0,99 oC ile en yüksek sıcaklık ortalamasının yaşandığı 2016 yılından sonraki en yüksek sıcaklık ortalamasının yaşandığı yıl olmuştur. 1880-1980 yılları arasında her 13 yılda bir yeni sıcaklık rekoru kırılırken, 1981-2019 yılları arasında yeni bir sıcaklık rekor sıklığı her neredeyse üç yılda bir gerçekleşmiştir. Öyle ki, yıllık kara ve okyanus sıcaklığı 1880 yılından bu yana her 10 yılda ortalama +0,07 oC hızla artarken, 1981 yılından itibaren ortalama artış hızı bunun iki katından fazladır. 1880-2019 yılları arasındaki en sıcak beş yıl 2015 yılından sonra ve en sıcak 10 yılın dokuzu 2005 yılından sonra gerçekleşmişti. İklim değişikliğinin tehlikeleri küresel ölçekte ilk defa 1960’lı yılların çevresel uyanış hareketlerinin söylem kaynağını teşkil etmiştir.

Bu bağlamda ilk defa 1972 yılında Stockholm’de temel amacı, insan çevresinin korunması, geliştirilmesi, dünya halklarına ilham ve rehberlik etmek amacıyla ortak bir bakış açısına duyulan ihtiyaç göz önüne alınarak “BM İnsan Çevresi Konferansı (Declaration of The United Nations Conference on The Human Environment)” düzenlenmiştir. Daha sonra 1979 yılında Dünya İklim Konferansı’nın birincisi düzenlenerek, iklim sisteminin daha iyi anlaşılması ve iklim değişikliği ve değişimi ile mücadele eden toplumların yararı için daha iyi mücadele edilmesi kapsamında “Dünya İklim Programı (World Climate Programme (WCP)”nın kurulması kabul edilmiştir.

1988 yılında “sera gazı” kavramı ortaya çıkarken, iklim değişikliği Soğuk Savaş tahribatı korkularının yerini almaya başlamıştır. Aynı yıl “Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli (The Intergovernmental Panel on Climate Change-IPCC)”, “Dünya Meteoroloji Örgütü (World Meteorological Organization-WMO)” ve “Birleşmiş Milletler Çevre Programı (United Nations Environment Programme-UNEP)” iklim değişikliğinin bilimsel temelini, etkilerini ve gelecekteki risklerini, uyum ve azaltma seçeneklerini düzenli olarak değerlendirmek üzere kurulmuştur. 1992 yılında dünya devletleri, iklim değişikliğiyle mücadele etmek amacıyla küresel sıcaklıklardaki artışları ve sonuçta ortaya çıkan iklim değişikliğini sınırlandırarak uluslararası iş birliğine yönelik bir çerçeve olan “Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi-BMİDÇS (United Nations Framework Convention on Climate Change-UNFCCC)”ne katılmışlardır800. Sözleşmenin 2’nci Maddesinde iklim değişikliği: “karşılaştırılabilir bir zaman periyodunda gözlemlenen doğal iklim değişikliklerine ek olarak, doğrudan veya dolaylı olarak atmosferin bileşimini bozan insan faaliyetleri sonucunda iklimde oluşan değişiklik” olarak tanımlanmaktadır.

1995 yılına gelindiğinde iklim değişikliği konusunda küresel tepkiyi güçlendirmek için müzakereler başlatılmış ve 1997 yılında “Kyoto Protokolü” kabul edilmiştir. Kyoto Protokolü, Protokole taraf olan gelişmiş devletlerin sera gazı salınımlarını azaltma hedeflerini yasal olarak bağlamaktadır. İlk taahhüt dönemi 2008 yılında başlamış ve 2012 yılında sona ermiştir. 2013 yılında başlayan ikinci taahhüt dönemi ise 2020 yılında sona ermektedir. İklim değişikliği konusunda 12 Aralık 2015 tarihinde Paris’te kabul edilen “Paris Anlaşması (Paris Agreement)”nın (Paris İklim Anlaşması), günümüzde BM iklim değişikliği rejiminin evrimindeki en son düzenlemedir. Paris İklim Anlaşması’nı günümüze kadar 195 devlet imzalamış, 175 devlet ise onaylamış ve taraf olmuştur. Anlaşma, iklim değişikliğiyle mücadelede küresel çaba noktasında yeni bir rota çizerken, sürdürülebilir düşük karbonlu bir gelecek için gereken eylemleri ve yatırımı hızlandırmaya ve yoğunlaştırmaya çalışmaktadır. Temel amacı; sera gazı emisyonları ve küresel ortalama sıcaklıktaki artışı 2020 yılına kadar endüstri öncesi seviyelere göre +2 oC’nin altında tutmak ve sıcaklık artışını +1,5 oC dereceye kadar sınırlamaktır. Ayrıca iklim değişikliği tehdidine karşı küresel tepkinin güçlendirilmesi ve ülkelerin iklim değişikliğinin etkileriyle başa çıkma yeteneklerini güçlendirmesi hedeflenmektedir.

Dünyada küresel enerji kaynaklı karbondioksit emisyonları, insan yapımı sera gazı emisyonlarının en büyük kaynağıdır. Küresel ölçekte dünyadaki karbondioksit ve sera gazı salınımlarından dünyanın en büyük 20 ekonomisine sahip G-20 Devletleri sorumludur. Bu devletler, küresel karbondioksit emisyonlarının %81’ine, sera gazı emisyonlarının ise %78’ine neden olmaktadır. 2014-2016 yılları arasında sabit görülen küresel sera gazı emisyonları 2016 yılında %0,3’lük bir artış göstermiştir. Bu, 2015 yılındaki %0,2’lik artışla birlikte küresel durgunluk yılları hariç olmak üzere 1990’lı yılların başından itibaren en yavaş olan dönemdir. Bunda, doğal gazdan düşük kömür tüketimine ve özellikle rüzgâr ve güneş enerjisi gibi artan yenilenebilir enerji üretimine kadar geniş bir değişimin etkili olduğu söylenebilir808. Karbondioksit, tüm ülkelerde sera gazı emisyonlarının baskın bileşeni olmakla birlikte, bir ülkenin küresel karbondioksit emisyonları içindeki payı, genellikle küresel sera gazı emisyonundaki payına çok yakındır. Bunun bir istisnası, fosil yakıt karışımındaki kömürün büyük payı nedeniyle, 2016 yılındaki karbondioksit emisyonlarının payı %29 iken, toplam sera gazı emisyonları %26 olmuştur.

Küresel ölçekte en fazla salınım yapan ülkeler aynı zamanda G-20 üyesi devlet ve aktörlerdir. Bu devlet ve aktörlerin küresel sera gazı salınımındaki yaklaşık payları sırasıyla; Çin’in %26, ABD’nin %13, AB’nin %8, Hindistan’ın %7, Rusya’nın %5 ve Japonya’nın %3’tür. Bu beş ülke ve AB; küresel toplam sera gazı salınımının %62’sine, sadece CO2 salınımının %67’sine sahiptir. Çin’in yıllar içerisindeki sera gazı salınımındaki artışı diğer ülkelerle kıyaslandığında benzersizdir. Atmosfere salınan her ton karbondioksitin, Arktika’da yaklaşık üç metrekarelik buzulun erimesine neden olduğu tahmin edilmektedir.

Bu bağlamda, başta Çin ve ABD olmak üzere G-20 Devletleri’nin Arktika’daki buzulların erimesinden en çok sorumlu devletler oldukları söylenebilir. Küresel ölçekte karbondioksit emisyonları 2017 yılında %1,4 oranında büyümüş ve 32.5 milyar ton seviyesine ulaşmıştır. Böylelikle küresel emisyonlar 2014 yılından sonraki üç yılda Paris İklim Antlaşması’na rağmen yeniden büyümeye başlamıştır. Ancak burada karbondioksit emisyonlarındaki artışın küresel bir eğilim göstermediğini belirtmek gerekir. Öyle ki, yenilenebilir enerji dağıtımı daha yüksek olması nedeniyle karbondioksit salınımında ABD’den sonraki en büyük düşüş gösteren ülkeler İngiltere, Meksika ve Japonya olmuştur812. Bununla birlikte, Norveç sera gazı salınımını en hızlı azaltan ülke görünümündedir. 2007 yılında 2050 yılına kadar “karbon nötr” gerçekleştireceğini açıklayan Norveç, 2008 yılında süreci 20 yıl geriye yani 2030 yılına çekmiştir. Bu süreci, çevreyi kirleten fabrikaları uzak yerlere taşıyarak veya ağaç dikerek sağlamaktadır. Her ne kadar BM’nin çevresel değerlendirme politikaları bu duruma izin veriyor olsa da Norveç’in küresel ölçekte sera gazı salınımını azaltmadığı gerçeği değişmemektedir.

İklim değişikliğinin artan etkisi, Türkiye gibi ülkeleri düşük karbon emisyonlu ve büyük ölçekli elektrik üreten yeni nükleer projelere yatırım yapmaya ya da en azından Fransa gibi mevcut santralleri faaliyete geçirme konusunda motive eden bir unsurdur. Nükleer enerji, İngiltere, ABD, AB, Güney Kore ve diğer nükleer enerjiye sahip ülkelerde sera gazı emisyonlarının azaltılmasına büyük katkı sağlamaktadır. Fransa’da kişi başına düşen karbon emisyon miktarının Almanya’dan daha düşük olmasının en önemli nedenlerinden birinin nükleer enerji santralleri olduğu söylenebilir. Öyle ki, Fransa elektriğinin yaklaşık %75’ini nükleer enerji santrallerinden tedarik ederken, Almanya nükleer santrallerini durdurma kararı almıştır.

Günümüzde yenilenebilir enerji kaynaklarının nükleer enerjiden çok daha fazla arazi ve kaynak gerektirmektedir. Sadece güneş enerjisi, nükleer enerjiden 300 kat daha fazla toksit atık oluşturmaktadır. Eğer ortalama ömrü 25 yıl olan bir güneş paneli, bir nükleer santralle aynı ölçekte elektrik üretmesi koşuluyla değerlendirmeye tabi tutulacak olursa, toplam güneş panellerinin 25 yıl sonunda sebep olduğu atık miktarı yaklaşık 15.869 metre (Ağrı Dağı’nın (5.137 m) üç katından fazla, Everest Dağı’nın (8.848 m) neredeyse iki katı yüksekliğinde), nükleer atıklar ise yaklaşık 51 metre (Çanakkale Şehitler Abidesi’nden (41,7 m) fazla, neredeyse Pisa Kulesi (58 m) kadar) kadardır816. Dünya’da her yıl hava kirliliği nedeniyle sekiz milyon insanın öldüğü düşünülecek olursa, nükleer enerjinin sera gazı emisyonlarını azaltmada ve güvenilir enerji üretmede önemli olduğu söylenebilir.

Ancak nükleer fizyonun binlerce yıl çok zehirli kalabilen tehlikeli atıklar ürettiği ve dünyada güvenli bir şekilde saklanabilecek hiçbir yeri olmadığı göz ardı edilmemelidir. ABD ve Almanya tek başına sırasıyla 50.000 ve 12.000 tondan daha fazla birikmiş nükleer atık depolamaktadır. Yeni nesil nükleer enerji santralleri yaratmaya milyarlarca dolar harcamadan önce, bu paranın diğer sürdürülebilir enerji teknolojilerine daha iyi yatırım yapıp yapamayacağının araştırılması, iklim, çevre ve insanoğlunun geleceği açısından daha doğru olacağı söylenebilir. Sera gazı salınımını azaltmak veya azaltmaya yardımcı olmak için dünyada kullanılan yöntemlerden bir diğeri de “karbon vergisi”dir. Buna göre fosil yakıt kullanıma bağlı olarak iş yeri sahiplerinin vergi ödemeleri gerekmektedir819. Bugün dünyada 40’a yakın ülkede uygulanan karbon vergisi820, ilk defa 1990 yılında Finlandiya’da uygulanmaya başlanmıştır. 1991 yılında İsveç ve Norveç’te, 1992 yılında Danimarka’da alınmaya başlayan karbon vergisi, Kanada’da genel anlamda uygulanmasa da 2006 yılında Alberta ve 2013 yılında Quebec Eyaletlerinde uygulanmaya başlanmıştır.

ABD’de birkaç eyalette uygulanan karbon vergisi, Alaska’da yaşayan halkın fosil yakıtlara ulaşım, ısınma, elektrik vb. nedenlerle ödediği maliyeti artıracağından ve buradaki şirketlerin uluslararası rekabet edebilirliğini etkileyebileceğinden uygulanmamaktadır823. Bunların dışında Japonya, Birleşik Krallık, Güney Kore sırasıyla 2012, 2013 ve 2015 yıllarından başlayarak karbon vergisi alırken, AB, 2010 yılında karbon vergisinde uzlaşma sağlayamasa da dünyaya öncülük yapmaya devam etmektedir. Hindistan, 2010 yılından itibaren sadece kömürden karbon vergisi alırken, Türkiye’de bu yönde herhangi bir gelişme bulunmamaktadır. Karbondioksit ve diğer sera gazları uzun atmosferik ömürlere sahip olduğundan, Arktika iklimini çok uzun vadede etkilemeye devam etmektedir. Buna karşın daha kısa atmosferik ömürlere sahip olan metan ve siyah karbon gibi kirleticiler Arktika iklimi üzerinde daha yakın dönemli etkilere sahiptirler.

Metan, karbondioksitten en az 28-36 kat daha güçlü bir sera gazı olup, atmosfere salındıktan sonra yaklaşık 12 yıllık bir ömre sahiptir826. Grafik 1; 2013 ve 2030 yılları arasındaki tüm Arktika genelinde toplam metan emisyonlarında çok az değişiklik gösterse de önümüzdeki 10-20 yıl içinde önemli ölçüde ilave emisyon azaltımlarının meydana gelebileceğini ifade etmektedir. Örneğin; ABD ve Kanada, 2016 yılında metan emisyonlarını petrol ve doğal gaz sektöründen 2025 yılına kadar 2012 seviyelerinin %40-45 oranında altında azaltmak ve ilave metan indirimleri için yeni fırsatları araştırmak için birlikte çalışmaya başlamıştır.


Arktika Devletleri arasında en yüksek metan emisyon oranlarına sahip devletler; Rusya, ABD ve Kanada, en düşük metan emisyon oranlarına sahip devletler ise; Finlandiya, İsveç ve İzlanda’dır. Petrol ve doğal gaz metan emisyonları, Arktika Devletleri genelinde en büyük emisyonları oluşturmaktadır. Danimarka, Finlandiya, İsveç, İzlanda ve Norveç’te ise enterik (hayvansal fermantasyon) salınımın daha fazla olduğu görülmektedir. Metan emisyonları arasında tarımsal alanda kullanılan gübre, 2013 emisyonları içerisinde her ne kadar %4’lük bir paya sahip olsa da 1990 yılından bu yana %34’lük bir büyümeyle en hızlı büyüyen sektör olmuştur. Diğer enerji ve endüstri emisyonları ise bu zaman periyodunun üzerinde en fazla düşüşü göstermişlerdir. Metandan farklı olarak siyah karbon; fosil yakıt, biyoyakıt ve biyokütlenin eksik yanmasının bir sonucu olarak üretilen partiküllerin bileşenidir. Daha açık bir ifadeyle siyah karbon atmosfere salınan is ve kurum parçacıklarıdır. Siyah karbon, güneşten gelen ışınımları emerek atmosferin daha fazla ısınmasına, Arktika’daki buz ve kar yüzeylerinin sahip olduğu albedo etkisinin de azalmasına neden olmaktadır.



 

Kuzayde neler oluyor ve ülkemize etkileri

bottom of page